DODİYARCA ŞARKILAR

Askılarında gerçeklik parıltılarının uzak rengine bürünmüş huzurun uyuduğu ahles göz kapaklarının köşesinde, beyazdan tütmüş sayfa kokusuna yakın yerlerde; ciddi, adımlarını ölçerek atan kürdan boyunda insanlarıyla oldukça mütevazı nüfuslu “Do” topluluğu yaşardı. Göğüslerini kabartan, şanı Fizan’ı sarmış kraliçelerinin omuzlarına, her bir telinde onlarca harfin kahkahalarla dünyaya gelip birleştiği, sevdalandığı, oynaşan bebekler edindiği güneş tozlu saçları dökülürdü. Kültürlerinde baş taçlarının yanaklarına inen bu çocuklara saygı duyulmak, hürmet sunulmak zorundaydı. Hatta o raddede kutsaldılar ki muhabbetlerde anılacaklarsa pür dikkat, pek tutumlu kullanılmak mecburiyetindeydiler. Zira Dodiyar’da filizlenmiş sözcüklerin limiti belliydi. Hepsi ancak önceden belirlendiği miktarda ağıza alınabilirdi. Sınırla şakalaşmaya cüretlenen çıkarsa, herkesin vay haline! Hürmetlilerinin alnına ilk ak düşer, öfkesi cehennemi eritecek seviyeye varıp taşardı!

Diyarın hükümranının evlatlarına anaçlığıyla sevgisi, doyumsuzluk derecesindeydi. Hepiciğini tüm kalbiyle âlemlerden kıskanır, saklardı. Günler geçtikçe ansızın, kafasına kaşıntılar kondu sultanın. Uykusuz, ağrılarla çiftleşmiş, kaynağı belirsiz gürültülerle bezeli birkaç gecenin akabinde derisindeki rahatsızlığın ilgisizlikten mustarip sübyanlarının tuzlu gözyaşlarından mütevellit geliştiğini öğrendi. Kızlarından bazısının millet arasında haddinden fazla namının yayıldığını, ötekilerininse itibarının ihmale maruz bırakıldığını dem vurdu oğulları. “Halkın vefasız! Beridekini dillerinden düşürmüyor, öbürümüzün yüzüne bakmıyorlar. Aylardır yüreğimiz kan ağlıyor ama sezdirmiyoruz avuçları al, yaşları bal validem. İşte soyunun asilliği… Gıkımızı salmadık ellere. Lakin henüz yaşsızca bebelerimizin canına tak eyledi; kara vebalar uluyor tepemizde, sancıların hallicesi saplanıyor midemize mevsimler sallandıkça. Aşk olsun adaletsizliğin böylesine!” Bizimki dinledikçe sarardı, şiştikçe morardı; an geçmeden diyecekleri bitse yapacağını bilecekti, sindirdikçe uçurumlar damladı parmaklarından. İğrenç, tahammül edilemez, feci toplumunu gayri yaşatamayacağına hükmetti. Masumca gamzelerinden merhamet, -kestiremedi- sırtında intikam nemlenen erenlerinden tilkicesi, “Hemen öldürme!” fikrini fısıldadı kulağına. “Nihayet onurlandırsınlar sizi. Encami dudaklarda gezinelim yine yediden yetmişe.” Kırabilir mi biricik parçasını, iznini sakınmadı, haykırdı boynunun damarlarından hiddetini: “Şu lahzadan itibaren doğurduğum istisnasız bütün sabilerin, son dillendirilişidir! Maceram başladı!”

Ölüm sessizliğine tekinsiz susmalar, afallamış tedirginlikler hâkim. Haberler iyi denemez. Hüküm giymiş ahali, nutku tutulmuş biçimde, saniyelerin gerisindeki boşluklara dalmış, tefekkürde. Yaşam belirtisi ispatlayacak hiçbir sese müsamaha yok. Çaresizlik müptela yarenler misali gövdelerine yapışmış, zaaflarının pususunu kurmuş vaziyette nöbette. Beyin kıvrımları hepten, hükümdarın kelamlarının toplam sayısını hatırlamaya, hesaplamaya uğraşıyor; fakat dayanabilirlikleri, kurtuluş ipuçları meçhul. Nazarlar karşılıklı kenetlenmiş. Mırıldanmaya cesaretleri yetmiyor. Bacaklarından Azrail süzülmeden artık nasıl cümle düzülebilir?

“Susalım…” Duraksayış. Korkudan kazınmış nefesi cılız: “Sonsuza dek…”

Cevabı sabırsız: “Hain! Sen kimsin de izinsiz!..”

“Çıldırdınız mı? Konuşma! Düşün!”

Muhakeme serbest… Çoğunun çehresi ağlamaklı, akılları gidiyor. Kollarıyla deniyor gençlerden iricesi. Çabalıyor, bekleşiyor, bin dereden su getiriyor. Dakikalar durdurulamadan ardı sıra aktıktan sonra öksürüyor çökmüşçe:

“Haydi, karar lazım…”

Yeniden çırpınma, bağırış dalgaları… Kargaşa dizginsiz. Bakışlarını kocaman büyüterek oktavını artırıyor ihtiyar: “Mecburuz!” Ciğerlerine indirdiği darbelerle idrakleri için cebelleşiyor: “Bendeniz! En yaşlıyım…”

Şaşkınlıktan öte ümitsizlikten yorgunlar. Otuzlarında, etkileyici kararlılıktaki, pes ediyor sakince, uzatıyor onayını: “Bırakalım, yol göstersin.”

Sevimli şekilde eğilip şükranlarını belirtiyor gri sakallı. Boğazını temizliyor, asırların biriktirdiği kuvvetini topluyor lakırdısından evvel:

“Ürkmeyin. Sandığınızdan bol isim, ek var. Resim, çamurdan işaretler, nesneler… Temel yöntem, yalnızca soyut tümceler oluşturmaktır. Tehlike çanlarında tamam, somutlar devreye girer, yoksa harcamayalım.”

Veletlerin çetesi seslendi ağaçların arkasından: “Unutursak tüketilenleri?”

“Koşun, taze yazmanlarsınız. Ayrıca, müsaade mevcutsa ifade buyur! ”

“Sıfırdan üretelim?” Çareler tükenmiyordu. Mamafih…

“Berbat düşünce! Yeni kardeşe ölesiye hasetlenirler. Belası dizginlenemez…”

Duru güzellikteki şirine, masumiyetle bezenmiş basit suali yöneltiveriyor oralı bile değillerken: “Peki ya şeyi hangimiz söyleyecek?” Sorusunu sükunetin ağır derinliği izliyor. “Sahi…” Şakımaya bayılıp hayatın özü, atardamarı belledikleri meyve gibi, hafif, hür, neşat zengini kelimenin şerefinin akıbeti ney?

Dehşet dolu ani iç çekişler, az biraz muhasebeyi takiben işitilen feryat uzun: “HAYIIIRR!”

“Benim hakkımdır!”

“Reddediyorum. Senelerce çalıştım!”

“İyilik timsaliyim!”

“Zekâmın ödülü nerede?”

“Yalvarırım durun!”

Karşılarındakilere besledikleri şüpheden titriyorlar. Terler şapırdıyor enselerinden. Gözdelerinin teslimiyeti kabullenilebilinir mi hiç? Birden yirmi tanesi kabızdan muzdarip… Kalkışılamıyor uzanmaya sedanın köküne. Birbirlerine adeta silah doğrultmuş, hazırlar. Kimseye verilemez usulca!

“Madem öyle, topumuz mahrum kalalım?”

Nineler ağıtlara, uğursuz göğün altında dövünmelere giriştiler. İmkansızlık suratlarını dayaklıyordu. Çığlıklar yankılanıyor, arşı parçalıyordu. Şimdiden hasretine düştükleri lafın noksanlığından etraftakilere alelade sarılarak nafile derman umdular. Ah keşke deryalarındaki heceler kucaklaşsaydı… Aksi durumda bitiktiler; ölmek dahi acılarını dindirmezdi.

*Firdevs Ev